Türkiye İşçi Partisi (TİP) İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, Meclis Genel Kurulu'nda görüşmeleri devam eden İçişleri Bakanlığı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın bütçesine ilişkin açıklamalarda bulundu.
Bu iki bakanlığın Saray rejiminin sürdürebilirliği sağlaması açısından önemli olduğunu ifade eden Şık, "Yurttaşları sermayeye köle, iktidarlarına kul yapma kararlılığındaki Saray rejiminin en kısa özeti şu; Saray'daki şahıs ve şürekâsı ülkeyi istediği gibi yönetsin, bir avuç patrona, zengine tüm kaynaklar peşkeş çekilerek memlekette her türlü yağma ve talan gerçekleşsin, her türlü hukuksuzluk yapılsın ama hesap sorulamasın, çatlak sesler ezanla duyulmaz kılınsın, suçların üzeri bayrakla örtülsün, yoksulların payına daha da yoksulluk ve işsizlik düşsün" diye konuştu.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın işinin kölelik sisteminin koşullarını sağlamak olduğunu kaydeden Şık, sömürü düzeninin sorunsuz biçimde sürdürülebilir kılmanın önüne çıkan engelleri aşmak için de İçişleri Bakanlığı'nın devreye girdiğini kaydetti.
Hakkını arayan herkesin karşısında kolluk gücünü bulduğunu ifade eden Şık, Ayhan Bora Kaplan soruşturmasını anımsatarak İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'ya seslendi.
Kaplan soruşturmasını anlatan Şık, rüşvet ilişkisine giren polis şefinin hala nasıl görevine devam ettiğini sordu. Şık, şunları söyledi:
"Süleyman Soylu'nun İçişleri Bakanlığı döneminde dokunulmazlığı bulunan mafya lideri Ayhan Bora Kaplan, bakanlıkta yaşanan değişimin ardından tutuklanmıştı. 3 Aralık günü yapılan karar duruşmasında, ilk derece mahkemesi Kaplan'a 68 yıl hapis cezası verdi. Bu elbette nihai karar değil. Konu önce İstinaf Mahkemesi'ne ardından da Yargıtay'a kadar gidecek.
Kaplan’ın tutuklandığı günden bu yana merkezinde Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Ankara Adliyesi olan bir dolu tuhaflıklar yaşandı. Süleyman Soylu’nun içişleri bakanlığı döneminde korunup kollandığı ve faaliyetlerine göz yumulduğu iddia edilen, 15 Temmuz kalkışması sırasında, Soylu’nun telefonla arayıp çağırması üzerine, uzun namlulu silahlarla donatılmış adamlarıyla beraber TRT’nin önüne giden Kaplan’ın ceza almasından 1 hafta sonra da tuhaflıklar sürdü.
Hatırlarsanız, Kaplan dosyasının gizli tanığı Serdar Sertçelik, elektronik kelepçeli halde ev hapsindeyken firar etmişti. Sonrasında aralarında üst düzey hükümet görevlilerinin de bulunduğu bazı isimlerin polislerin zorlamasıyla ifadesine yerleştirilmeye çalışıldığını öne süren Sertçelik iddiasına ilişkin bazı ses kayıtları da yayınlamıştı.
Unutanlar için hatırlatmak gerek, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Ankara Emniyeti’nde yaşananları “hükümete yönelik darbe girişimi” olarak nitelendirmiş, soruşturmaya adı karışan polisler için de “darbeci” ifadelerini kullanmıştı.
Bu gelişmelerin ardından, Organize Şube’den sorumlu Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Murat Çelik, Organize Şube Müdürü Kerem Öner ve Müdür Yardımcısı Şevket Demircan 'darbe' iddiasıyla tutuklandı. Aynı zamanda 7 Eylül 2023’te Ayhan Bora Kaplan’ı gözaltına alan isimler de olan polis müdürleri, 'darbeci' diye suçlanmalarına karşın 'görevi kötüye kullanmaktan' açılan davada 4 aylık tutukluluklarının ardından tahliye edildiler.
Adli kontrol tedbiri uygulanarak tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan ve yargılamaları devam eden o polis müdürleri geçen hafta görevlerine de iade edildiler. Ayhan Bora Kaplan’dan aldığı rüşvet parasını Menzil tarikatına bağışladığı öne sürülen polis şefi Murat Çelik Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde görevlendirilirken, Şevket Demircan ve Kerem Gökay Öner ise Ankara dışına tayin edildi.
Polis şefleri 3 gün önce yeniden gözaltına alındılar. Bu seferki suçlama, yurt dışında yaşayan Fethullahçı medya mensuplarından Cevheri Güven’e, Ayhan Bora Kaplan dosyasıyla ilgili bilgileri, sızdırmaktı. Aynı suçlama nedeniyle Ankara Narkotik Şube’de görevli polis memuru Serkan Dinçer de daha önce tutuklanmıştı. Polis şefleri savcılıktaki ifadelerinin ardından serbest bırakıldı."
Şık, Yerlikaya'ya şunları sordu:
"Hakkını arayan herkesin karşısına polis diken İçişleri Bakanına soruyoruz:
• Bu polis şeflerinin Cevheri Güven soruşturmasında gözaltı alınacağından İçişleri Bakanlığı ve Ankara Emniyet’inin haberi olmuş mudur?
• Polis şefleri henüz savcılık sorgusundayken ve olay duyurulmamışken iktidara yakın medya organlarına soruşturmayı sızdıranların bulunabilmesi için bir çalışma yapılmakta mıdır?
• Bu gözaltı uygulaması ve soruşturmanın selefiniz Süleyman Soylu ve ekibiyle ilgisi var mıdır?
• Polis müdürleri hakkındaki darbe soruşturmasının talimatını veren ve Süleyman Soylu’yla yakın olduğu bilinen Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili Veysel Kaçmaz’ın bu yeni soruşturmayla ilgisi var mıdır?
• Polis şefi Murat Çelik’in, Ayhan Bora Kaplan’ın avukatından 300 bin dolar rüşvet aldığı ve Menzil cemaatine verdiği iddiaları doğru mudur?
• Toplam miktarı 6,5 milyon doların kaporası olan bu rüşvet alışverişinin buluşma ve görüşmeleri, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ekibinde yer alan eski Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz’ın yardımcısı olan ve Kaplan’dan rüşvet almak suçlamasıyla meslekten atılan Alp Arslan’ın İzmir Emniyeti İstihbarat Şubede görevli polis kardeşi tarafından kayda alındığı iddiaları doğru mudur?
• Rüşvet ilişkisine giren polis şefi hala nasıl görevine devam edebilmektedir?
• Cevheri Güven’e bilgi sızdırdığı için tutuklanan Ankara Narkotik Şube’de görevli Serkan Dinçer’in, Murat Çelik’in talimatıyla hareket ettiği iddiaları doğru mudur?
• Ayhan Bora Kaplan’ın emniyet ve yargıda kimlere rüşvet verdiğine ilişkin bilgi ve belgeleri güvendiği bazı isimlere verdiği ve ilk derece mahkemesinin verdiği 68 yıllık hapis cezası bozulmazsa bu bilgileri kamuoyuna açıklamakla tehdit ettiği doğru mudur?
• Ayhan Bora Kaplan’ın rüşvet verdiği kişiler arasında soruşturmada görevli yargı mensupları var mıdır?
• Ayhan Bora Kaplan’la ilgili yürütülen soruşturmadaki tuhaflıklar zinciri emniyet ve yargı camiasında çok sayıda bürokratın mafyadan rüşvet almasını örtbas etmeye mi yöneliktir?
• Bu soruşturmalar ve Ayhan Bora Kaplan dosyasında tesadüfle açıklanamayacak tuhaflıklarla siyasi iktidara niçin ve hangi mesaj verilmektedir?"
Devamla Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na ve Bakan Vedat Işıkhan’a seslenen Şık, "Emekçilerin en temel haklarını koruması gerekirken bu haklara her gün saldıran, iş cinayetlerine göz yuman, çocuğundan gencine, gencinden emeklisine herkesin sömürülmesine rıza üreten bir mekanizmanın bakanlığı var karşımızda" diye konuştu.
Esnek çalışmayı öven, güvencesizlik ve geleceksizliği emekçi kesimin tamamına yayan, sermaye egemenliği ile el ele gezen bir iktidarın en kullanışlı aparatının bu bakanlık olduğunu söyleyen Şık, her gün eriyen alım gücü, yoksulluk, borçluluk ve işsizlik verilerine dikkat çekti.
Şık, şöyle konuştu:
"Güvencesiz çalışma koşullarının, artan iş cinayetlerinin, borçlandırılarak yaşamlarının her anı ve gelecekleri denetlenen emekçilerin sorunlarının temelinde örgütsüzlük ve azalan sendikalaşma oranları yer alıyor. Hepimiz biliyoruz ki toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi oranları Türkiye’de korkunç durumda. Çünkü örgütlenmenin önünde ciddi hukuki ve yapısal engeller var. Bu engeller emekçiyi her koşula her baskıya rağmen işe mecbur hale getiriyor ve işveren bu baskı mekanizmaları içerisinde sendikasızlaşmayı şart koşuyor.
Ya da sayısı sürekli artan, asgari ücretin bile altında çalışan kayıt dışı işçiler… Sendikalı olmalarından, toplu iş sözleşmesinden bahsedemiyoruz bile. Resmi sendikalaşma oranları yüzde 14 civarında olsa da bunun ağırlıklı bölümü kamu ve belediyelerden oluşuyor. İktidar burada da yandaş sendikacılık ile memuru çürümüş, iktidarın aparatı olmuş bir sendikacılığa hapsediyor. Türkiye OECD’nin en düşük toplu iş sözleşmesi kapsama oranına sahip ülkesi. Toplu iş sözleşmesi kapsamı tüm işçilerde yüzde 10 civarında iken özel sektörde yüzde 5’in bile altında.
Savaşta değiliz, ama ülkenin dört bir tarafından çocuk ölümü haberleri eksik olmuyor. Nazım Hikmet 'Ölüme dair' şiirinde, 'Ölümün âdil olması için, hayatın âdil olması lâzım' der. Ama ailelerinin sınıfsal pozisyonunu paylaşan bu çocuklar pozisyonun işaret ettiği şekilde de ölüyorlar. Adil olmayan hayatları, adil olmayan ölümlerle son buluyor.
Hepsinin ölümleri, neden ve nasıl öldükleri, nasıl yaşadıkları ve nasıl bu cehennemden kurtulacakları ortak bir kural gibi. Borçlandırarak istikrar yalanına bağımlı hale getirdikleri milyonları, sadakaya çevirdikleri sosyal yardımlarla ellerinde tutmaya çalışan iktidar, çocukların payına da aynısını düşürüyor. Diyanet, MEB, tarikatlar, Çalışma Bakanlığı el ele vermiş, çocukların hayatının her alanına kapitalizmin ve gericiliğin şiddetini el ele işliyorlar.
Krizi fırsata çevirmede oldukça maharetli olan iktidar, her geçen büyüyen yoksulluğu sermayeye ucuz işgücü fırsatına çevirmekte gecikmedi. Çocuk işçi ordusunu kamu politikaları aracılığıyla büyütüp çocuk işçiliğini yasal hale getirdiler. Çocukları da sermayeye köle haline getiren MESEM projesiyle 1,5 milyondan fazla çocuk bugün okullarda olması gerekirken sanayide ucuz işgücü olarak sömürü çarkının içine hapsedilmiş durumda. Sömürü darken abartı değil. Çünkü iş yerlerinin büyüklüğüne göre öğrencilere ödenen maaşlar aylık 3, 4 ve 10 bin lira. Peki bu parayı kim ödüyor? Hayır, patronların cebinden çıkmıyor. Çocukların sigorta primleriyle birlikte maaşları, İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanıyor. Yani çocuk işçilerin maaşı, yetişkin işçilerin maaşlarından kesilen primlerle ödeniyor.
Ucuz emek rezervini çocuk işçilerle takviye eden MESEM mekanizmasıyla çocuklar, okul günü ders saatinde olmaları gerekirken çalıştırıldıkları fabrikalarda, inşaatlarda, şantiyelerde ölüyorlar. Yaşam hakkı hiçe sayılırken, ölüm çığlık çığlığa bağırıyor her yerden.
En küçükleri 14 en büyükleri 17 yaşında olan Arda Tonbul, Murat Can Eryılmaz, Erol Can Yavuz, Alperen Kocayavuz, Eren Dağ, Ulaş Dumlu, Alperen Enes Ural, Zekai Dikici ve Ömer Çakar farklı şehirlerde kimisi iş makinesine sıkışarak, kimisi yüksekten düşerek ya da elektrik akımına kapılarak öldürülen çocukların isimleri.
Hepsinin katili, bu çürümüş sistem ve ait olduğu ideolojik pozisyonun en nadide örneklerini göstermeyi başaran iktidardan başkası değil. Sermayenin ve iktidarın egemenliği iş yaşamında sömürüyle, okulda eğitim sistemiyle, evde baskıyla, sosyal alanda eşitsizlikle tekrar tekrar üretiyor kendini. Hepimiz bu yeniden üretimin arkasında can veren çocukların ortaklaşmış ölümlerine tanık oluyoruz. Arkasında en çıplak haliyle yoksulluk gerçeğine yaslanan çocuk emeğinin sömürüsü, güvencesiz ve ağır koşullarda çalışan çocukların iş cinayetlerinde can vermelerine neden oluyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi raporlarına göre AKP’nin iktidara geldiği 2002’den beri en az 907 çocuk iş cinayetlerinde hayatını kaybetti."
"Hak sahibi olduğumuzu savunmaktan, hakkımıza sahip çıkmaktan ve bunda inat etmekten başka çaremiz de yok" ifadelerini kullanan Şık, sözlerini şöyle sonlandırdı: "Çünkü biz, hepimiz korkularımızdan daha büyük ve kalabalığız. Hangi anlayışta olursa olsun zalime, despota itiraz etmek, her türlü adaletsizliğe karşı çıkmak mümkün. Bunun için kibrin esir almadığı bir gurura, lidere değil halka ve haklı olana sadakate, menfaatine ezdirilmeyen bir haysiyete ve sadece insan olmakla ilgili vicdana sahip olmak yeterli. Herkse vicdanı ve dürüstlüğü, adaletli ve hakkaniyetli olduğu kadar ömür diliyorum."
BirGün