Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın ilk gününden ömrünün sonuna dek verdiği mücadelede amacının, "tam bağımsız barışçıl bir devlet, ekonomik olarak kalkınmış çağdaş ve egemen bir ulus" olduğunu, Türk Halkı’na olduğu kadar uluslararası camiaya da anlatmaktan hiç vazgeçmedi. Sömürücü devletlerin kan kusturduğu, diktatörlerin halklarını ezdiği
bir çağda, emperyalizme önce baş kaldırması, kısa sürede de tarihteki
ilk yenilgisini tattırması ve sonrasında yaptığı devrimler ile hiç kuşku
yok ki dünyanın en merak edilen liderlerinden biri oldu. Onu merak edip gelen, onun da yeni Türk Devleti’nin amaç ve
görüşlerini anlattığı bu insanlar arasında yer alan bir ABD’li gazeteci
gerek bıraktığı iz gerekse Atatürk’ün üzerinde yaptığı etki açısından
ilgi çekici kimse oldu. Clarence K. Streit… Philadephia Public Ledger gazetesi muhabiriydi.
Kurtuluş Savaşı’nın en hareketli zamanlarında Ankara’yı ziyaret eden ilk
yabancı gazetecilerden olup Mustafa Kemal Paşa’nın, Meclis Başkanı
seçildikten sonra, şahsen röportaj verdiği ilk yabancı muhabirdi. OcakMart 1921 tarihleri arasında Türkiye’de bulunmuş ve bu dönem
aldığı notlar ve çektiği fotoğraflar Heath W. Lowry tarafından bir
kitapta toplanmıştır.* Türkiye’de bulunduğu sırada 25 yaşında olan bu genç gazetecinin,
Atatürk ile görüşmesi kadar, Samsun’dan Ankara’ya yaptığı yolculukta
yaşadıklarını ve gördüklerini yazdığı satırlar da o günün koşullarını
anlamak açısından çok değerlidir. Kurtuluş Savaşı’nın ne zor şartlar
altında verildiği, halkın çektiği yoksulluğun ne kadar büyük olduğu
Streit tarafından yalın bir şekilde anlatılmıştır. Yolculuğu süresince
konakladığı bir çok köyde karda yalın ayak yürüyen kadınlara ve
çocuklara rastlamış olan Streit, tarım yöntemlerinin neredeyse yüzyıllar
öncesi ile aynı olduğundan bahseder: “Köylüler o kadar zor bir hayat geçiriyor ve Sultan’ın hükümeti
Rum ve Ermeni tüccarlar tarafından o kadar zalimce sömürülüyordu ki
insan onlara acımadan edemiyor.” Gezisi sırasında, Merzifon’da 40 yıl önce kurulmuş olan Amerikan
misyoner okulu Anadolu Koleji’ne ve kolejin hastanesine uğradığından
bahseder. Bu ziyaretinin bir ay sonrasında kolejde bir Türk profesörü
suikasta kurban gidince, Ankara Hükümeti’nin Yunanistan ile savaş
sürerken koleji kapattığını ve hastane personeli hariç tüm Amerikalı
personeli işten çıkarttığını belirtir. BİR SEÇMEN NASIL OLMALI Seyahati boyunca insanlarla temas eder. Tanıştığı bir köylü, daha
demokrasi yolunun çok çok başında bir ülkenin vatandaşı olmasına karşın,
‘bir seçmen nasıl olmalı’ konusunda adeta ders verir: “Köylüler yeni hükümet hakkında ne düşünüyor diye sorduğumda, bir
gece kaldığım Ceritmüminli köyü (Kırıkkale) muhtarı Mustafa’nın cevabı
Meclis’in insanların sadakatini nasıl kazandığını gösteren tipik bir
örnek sunar: ‘Eski hükümetten çok daha iyi. Eskiden temsilcilerimiz kim,
bilmezdik. Artık bizi görmeye geliyor ve fikrimizi soruyorlar. Onları
tanıyoruz. Onlara güveniyoruz. İyi bir hükümet. Eğer kötü olsaydı bizim
suçumuz olurdu çünkü mebusları biz seçtik.’ TBMM açılalı ve Ankara Hükümeti kurulalı henüz bir yıl bile
olmamışken ve savaşın olanca hızıyla devam ettiği bir dönemde, yeni
hükümetin kararlı ve onurlu uygulamaları ve bu uygulamaların halkın
üzerindeki etkisi kendisini şaşırtmıştır: “Geçmişte bahşiş Türkiye’nin laneti olmuştu. İki gün boyunca acı
soğukta kaldıktan ve yaylımız bozulduğunda çıplak ayakla buzlu sulara
daldıktan sonra bu iki adam (yolculuğunda kendisine eşlik eden iki Türk
jandarma, GC) kesinlikle bir şeyler hak ediyordu. Ama her ikisi de
onlara teklif ettiğim cömert bahşişi sorgusuz sualsiz reddettiğinde
kulaklarıma inanamamıştım. ‘Yasak. Hükümet bize maaşımızı ödüyor. Sadece
görevimizi yaptık.’ dediler. Hükümetin onlara ödeme yapıyor olması başlı başına kulağa tuhaf
geliyor ve açıkça yeni bir düzenin kurulmaya başladığını gösteriyordu.
Sultan’ın hükümeti senelerce birçok çalışanının ücretlerini ödemede geri
kalmayı alışkanlık haline getirmişti.” “Türkler Mustafa Kemal Paşa’nın onlar için ne yaptığının farkında
çünkü o aynı zamanda ‘Ülkenin Babası.’ Türklerin tarihinin en karanlık
dönemi iki sene içerisinde en parlak ve ümit dolu geleceğe dönüştü.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarından bugün Doğu’da böyle güçlü bir
konumu olan, yeni, demokratik ve ilerici bir Türk Devleti meydana
çıkmasının (dış ve iç direnişe rağmen) mucizeden aşağı kalır yanı
yoktur. Ve bu mucizeyi gerçekleştiren Mustafa Kemal Paşa’dır.
Vatanseverliği, cesareti, idealizmi ve ezici zorlukların hakkından gelen
devlet adamlığıyla, Türkler ve belki de tüm İslam dünyası için yeni bir
gün doğmasını sağladı.” ABD’li muhabirin deneyimleri bunlarla sınırlı değildir. Türk insanının gururu da Streit’in satırlarına yansımıştır: “(Ceritmüminli köyü muhtarı) Mustafa, bana en büyük oğlunun Dünya
Savaşı’nda yaralandığını söyledi. Hükümet ona oğlunun İstanbul’da bir
hastanede olduğunu söylemiş. Mustafa eski rejimin hiçbir zaman bu
sorunla uğraşmadığını söyledi, ‘Gidip onu görmek istedim ama’ ve sonra
savaşçı bir ırkın güçlü gururuyla ekledi, ‘köyün bir Türk babasının
oğlunun yaralanmasına katlanamadığını düşünmesine izin veremezdim.” GENÇ GAZETECİ Batı’nın barbarlar dediği Türkler, Streit’ın gördükleri ile bağdaşmamaktadır: “Bir Türk’ün, bir kadına, Müslüman ya da Hristiyan veya hayat
koşulları ne olursa olsun, bir kez olsun saygı çerçevesi dışında
davrandığını görmedim. Seyahatlerimde rastladığım kafilelerde herkese
yetecek kadar at ya da eşek olmadığında neredeyse her zaman kadınlar
hayvanlara binmiş ve erkekler yürüyor oluyordu.” Türk insanını seven ve misafirperverliğine hayran kalan bu genç
gazeteciyi, köylülerle yediği yemek sırasında, insana tebessüm ettirecek
ilginç bir an da beklemektedir: “İçeceğin (hoşaf) tadını övdüğümde bana küçük bir kase daha
getirdiler. Sağlıklarına içtim ama sonra davranışımı açıklamam gerekti
çünkü böyle bir adetleri yoktu.” Anadolu’ya geçerken Türkler ve Türk kurtuluş hareketi konusunda ön
yargılı olduğunu saklamayan Streit’in görüşleri, yaşadıkları ve
gördükleri sonucunda tamamen değişir: “Türklerin bütün iyi özelliklerinin Batı’da tamamen gözardı
edilmesi ve ülkelerinin koşullarını düzeltmek için verdikleri çabanın
daha gelişmiş milletler tarafından gözardı edilmekle kalmayıp üstüne bir
de eleştirilmesi kızgınlığımı arttırmaktadır. Bir milletin böyle peşin
yargılanması adaletsiz olduğu kadar da aptalcadır.” Streit Ankara’dan ayrılmadan birkaç gün önce şehre gelen, Amsterdam
Algemeen Handelsbad’in muhabiri Hollandalı George Nypels’in görüşleri de
Streit’ınkilerden farklı olmayacaktır: “Türkler tam sempatimi kazandı ve kazanmaya devam ediyor.
Mükemmel özellikleri olduğunu kabul ediyorum. Birlikte yaşadıkları
Levantenlerden – Ermeniler, Rumlar ve Doğu’nun Avrupalıları
dediklerimizden hiç şüphesiz yüz kere daha asil, zarif ve iyilerdir.” Streit, Ankara’ya ulaştığında başta İstanbul olmak üzere yurdun dört
bir yanından Kurtuluş Savaşı için buraya akın eden insanlar görür: “Şairler, ressamlar, mimarlar, yazarlar, subaylar… Yeni Türkiye
için şevkle dolu genç adamlar. Türkiye’nin bağımsızlığı için
İstanbul’daki rahat evlerini bırakmış, harekete yardım etmek üzere
Anadolu’nun karla kaplı dağları boyunca iki haftalık seyahatin tüm
zorluklarına göğüs germişler.” ‘Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi kadar gerçek halk gücünü uygulayan Batılı bir parlamento bilmiyorum.’ sözleriyle tanımladığı Meclis’in 28 Şubat 1921 tarihli toplantısı, uzaktan da olsa Atatük’ü ilk gördüğü andır: “Kamu Ekonomisi için yeni bir komiser (bakan) seçildiği gün
Meclis’te bulunuyordum. Mustafa Kemal Paşa yalnız girdi, mebuslar
arasında boş bir koltuğa oturdu ve sandık görevlisi seçim bölgesine göre
mebus isimlerini okurken çevresindekilerle sohbet etti. Uzun listenin
sonuna doğru ‘Mustafa Kemal Paşa’ geldi (adı diğer mebuslarla aynı
monoton ses tonuyla okunmuştu) ve ‘diktatör’ sandığa yürüdü, oyunu attı
ve koltuğuna geri döndü. Mustafa Kemal Paşa’yı ilk kez görüyordum. Onu
bir fotoğraftan tanımasam bu sade mebusun dünyanın Türk Milliyetçilerine
‘Kemalist’ damgası yapıştıracak kadar otokrat bulduğu o adam olduğunu
anlayamazdım.” DİKTATÖR MÜ Streit, yaptığı uzun yolculuk ve çektiği bunca zahmetten sonra 3 Mart
1921’de Mustafa Kemal Paşa ile Ankara tren istasyonunun yanında bulunan
konakta röportaj yapma şansına erişir: “Çok az insan, beni bu Türk Washington’ının etkilediği gibi
etkilemiştir. Hangi ülkede olursa olsun iz bırakırdı. Kendine çabucak
güven aşılama yeteneği olan nadir insanlardan biri. İnsanların onun
uğrunda ölmek isteyeceği tipte bir adam. Her yönüyle tam bir centilmen,
nazik, kültürlü, ince ve hep şık giyimli. Batı’da herhangi bir salonda
otururken göze çarpmayacak kadar Avrupalı görünüyor.” “Mütevazı evi önünde bekleyen korumaları dışında diğer devlet
başkanlarının gerekli bulduğu şaşaa ve merasimin hiçbiri Mustafa Kemal
Paşa’da yoktur.” “Profesyonel asker ve samimi demokrat, anında karar alan eylem
adamı, hayalperest, organizatör, pratik devlet adamı ve idealist:
Mustafa Kemal Paşa’yı nitelendiren bu özellikler elbette nadiren bir
araya gelir. Batı basınında sıklıkla ‘asi’, ‘diktatör’ ve ‘demagog’
olarak yer alıyor. Asi olduğu şüphe götürmez. Hem İtilaf
emperyalistlerinin kendinden emin bir şekilde Türklerin payına düşmesini
beklediği acımasız kadere hem de onların destekledikleri, Mustafa
Kemal’i ölümle cezalandıran gerici İstanbul Hükümeti’ne isyan etti.
Fakat diğer iki yakıştırmaya gelince bu adamla karşılaşmak ve onu
Ankara’daki gündelik hayatının içinde görmek bunun saçmalık olduğunu
fark etmek için yeterlidir. Diktatör? Ülkesi savaş içerisindeyken demokratik ilkelere böylesine sadık kalan başka bir hükümet lideri tanımıyorum” “Batı, Mustafa Kemal Paşa’ya, kendini Türkiye’nin hükümeti olarak
gören bir ‘diktatör’ gözüyle baktı. Milliyetçilere ‘Kemalistler’ dedi.
Milliyetçi kabinenin herhangi bir üyesine ‘Mustafa Kemal’in Bakanı’
dedi. Fakat gerçek şu ki Mustafa Kemal Paşa’ya diktatör denilebilmesinin
sebebi Türkiye’ye demokratik hükümeti dikte etmesidir. Daha doğrusu bu
hükümetin kurulması için muhteşem kişisel gücünü kullanmasıdır.
Milliyetçi liderlerin çoğu savaş sürerken ve tüm Anadolu’da kaos
hakimken geçici olarak dikatatör olması gerektiğini düşünüyordu. Tam
tersine, Doğu Anadolu’da bir şehir olan Erzurum’un seçmenlerinin
meclislerine başkan seçtiği sade bir mebustur. ABD Başkanı’nın veto etme
hakkına sahip değil, Meclis’in geçirdiği yasaları imzalamak zorunda.” “Kendi demokratik gelenekleriyle gurur duyan Batı ülkelerinin
başkanları ve başbakanları, milletleri Dünya Savaşı’na girdiğinde mutlak
güç talep etmişlerdi. Fakat yönetimleri uzun zamandır bir despotluk
örneği olan Türklerin lideri, elinin altındaki diktatörlük güçlerini
reddetmekle kalmayıp, Türkiye’nin içinde bulunduğu krizin o ciddiyetini
bile hükümetini herhangi bir Batılı güçün barış zamanlarında dahi
olduğundan daha demoktarik bir temel üzerinde kurmak için kullandı.” Streit’ın, ‘Koruması bir çift silahsız yaverden oluşmaktadır. (…) Paşa’nın daha iyi korunmuyor olması şaşırtıcı.’ dediği Atatürk’ün günlük yaşamını da gözlemleme şansı olmuştur: “Mustafa Kemal Paşa, Ankara sokaklarında yalnız şekilde yürürken
görülebilir, rastlaştığıyla konuşur ve şakalaşır (…) Onun demokrasisi
kameralar patlarken çalışan bir adamla el sıkışan kralın demokrasisi
değildir. Halkın arasında onlardan biriymiş gibi hareket eden doğal bir
demokrasi anlayışı vardır. Halktan Türklerle yakın tanışıklığı
kuvvetinin kaynaklarından biridir. Ancak Mustafa Kemal Paşa sıradan bir adam değildir. Başarılarını
bilmeden bile, insanın bunu hissetmesi uzun sürmüyor. Davranışları sade
ve gayrıresmi olsa da, onu anında diğerlerinden ayıran doğal bir asalet,
istikrar ve sakin bir özgüvene sahipti. Kendi gücünün farkında, aynı
zamanda kibirli olmayan, çok kuvvetli karaktere sahip bir insan
olmasından etkilendim. Onunla görüştükten ve konuştuktan sonra
yurttaşlarının ona neden bu kadar inandığını, sözlerinin neden bu kadar
itibar gördüğünü hemen anladım. Kendine hemen güven aşılama yeteneği
olan çok az insan vardır. Acil zamanlar için ihtiyaç duyulan bir insan,
doğuştan bir lider, insanların onun için öleceği karakterde bir adamdı.” Atatürk’ten bir hayli etkilenen ABD’li gazeteci, ilginç bir benzetmede de bulunur: “Onu gözlükleriyle ve kalpaksız görün, profesöre benzer bir edası
var. Yüzünde hayalperest bir şey var, özellikle gözlerinde ama
hayallerini gerçekleştiren bir hayalpereste ait.” Streit’ın yaptığı röportajda sorduğu bazı sorular ve Ulu Önder’in verdiği yanıtlara değinmeden geçmeyelim. ATATÜRK’ÜN VERDİĞİ YANIT ‘Dünya Savaşı esnasında Ermeniler’in tehcir edilmesi ve başka ülkelere gönderilmesi hakkında hükümetinizin resmi görüşü nedir?’ sorusuna Atatürk’ün verdiği yanıt şöyledir: “İngiltere’nin barış zamanında ve harp sahasından uzak olarak
İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtısz bir şekilde bakan
dünya kamuoyu, Ermeni ahalisinin tehciri hususunda almaya mecbur
kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı
yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve
bunların çoğu şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar savaşa zorlamasaydı
evlerine dönmüş olurlardı.” İki buçuk yıl sonra Cumhuriyet’i ilan edecek ve Cumhuriyet Halk
Partisi’ni kuracak olan Atatürk’ün görüşü bugün kimi ‘yoldaş’
partidaşlarından çok farklıdır. O sıralarda toplanmış olan Londra Konferansı ile ilgili sorulan
soruya, Atatürk konferanstan bir olumlu bir sonuç çıkacağını
düşünmediğini söyler ve ekler: “İtilaf Devletleri bu meseleyi sadece Yunanistan ve bizim
aramızdaki basit bir toprak sorunuymuş gibi konuşuyor. Fakat toprakla
ilgili sorunlar ikincil derecede önem taşıyor. Önemli olan siyasi
bağımsızlığımız kadar ekonomik açıdan da tam bağımsız olmamız. Buna
sahip olmalıyız. Savaştan önce gelişimimiz yabancı müdahalesiyle,
kapitülasyonlarla ve yabancı güçlerin Türkiye’de sahip olduğu diğer
imtiyazlarla engellenmişti. O zamandan beri İtilaf Devletleri bu
köleliği daha da ileriye götürmek istedi. Sevr Antlaşması ancak bir
sığır sürüsüne uygulanabilirdi, insanların oluşturduğu bir millete
değil.” Günümüzde ısrarla tartışılmaya açılmak istenen Lozan Antlaşması’nın
önemi ve getirdiği kazanımlar, imzalanmasının iki yıl öncesinde ancak bu
kadar iyi anlatılabilirdi. Yirmi altı gün kaldığı Ankara’dan sonra Eskişehir, Afyon üzerinden
Antalya’ya geçen ve gemiye binip Anadolu’dan ayrılan Streit, son olarak,
anılarını samimi bir itiraf ile bitirir: “Türkiye’ye, Türklere karşı önyargıyla gelmiştim; Türkleri
yakından tanımak için onlarla yaşayan birçok kişi gibi, ülkeyi onların
dostu ve hayranı olarak terk ediyorum.” Gökhan Cebeci *Bilinmeyen Türkler, Heath W. Lowry, Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, 2011 https://odatv.com/ataturkungorustugu10amerikali12021849.html