Altaylı'nın bugünkü yazısından ilgili bölüm şöyle:
Epey bir zamandır kendisini muhatap almam için çırpınan bir gariban var.
Bir yazısında adını anmam, kendisini yazar yerine koymam için yırtınıyor.
Derdi dili benimle.
Ha babam beni yazıyor, ha babam benden söz ediyor.
Adını bir kez kullanmam için ölecek neredeyse.
Bir kez adından bahsetsem, tüm ezikliğini atacak sanki üzerinden.
Ben ise bu kişinin ne yazdıklarını takip ediyorum ne de söylediklerini.
Eğer birileri bunun sözlerini alıp bana iletirse haberim oluyor ancak çırpınışlarından, hezeyanlarından.
O ise sürekli bir yakarış içinde.
“Beni an, beni an, beni an” diye yalvarıyor.
Oysa benim sadece muhataplarımda değil, düşmanlarımda bile aradığım bir kalite sınırı, bir insanlık çıtası var.
Bunun altına düşmeye, ne denirse densin bir zaviyenin altındakileri muhatap almaya hiç ama hiç niyetim yok.
Ve anladığım kadarı ile kendisi de bu durumu artık anlamış ve dün en sonunda kendisini niye muhatap almadığımı kendisi şu sözlerle itiraf etmiş:
“Asla bir domuzla güreşme, çünkü üstün başın çamur olur. Ama işin kötüsü bu domuzun hoşuna gider.”
Konuyu çözdüğü ve kendisini niye asla muhatap almadığımı bu kadar açıkça anlattığı için kendisine teşekkür etmek isterdim.
Ama onu da yapmayacağım.
Çünkü ben asla bu kadar terbiye dışı bir şekilde ifade etmezdim bu durumu.
Ben daha çok “İnsanların aptallıklarını düzeltmek konusunda yeteri kadar etkili olamayacaksanız bunu yapmaktan vazgeçmeli ve kendinizi korumalısınız” diyen filozofa katılırdım.
Ya da Mark Twain gibi “Cahil insanla tartışmayın, önce sizi kendi seviyesine çeker sonra tecrübesiyle yener” derdim.
Belki de, İmam Gazali’nin dediği gibi, “Cahillerle tartışmayın, ben hiç galip gelemedim” diyerek noktalardım.
O ise domuzluğu seçmiş.
Ayıp etmiş ama kendi bileceği şey.
Başta da dediğim gibi.
Zaviye meselesi.