Yılmaz Özdil… Türkiye demokrasisinin can çekiştiği, cumhuriyetin iftira ve algı yönetimiyle yıkıma sürüklenmek istendiği bu baskıcı ve kara dönemde, tarihin ona yüklediği toplumsal sorumluluk karşısında elini taşın altına koymaktan hiç çekinmedi. Sadece mesleki değil, aynı zamanda vicdani sorumluluğunu da yerine getirerek, gerçekleri yazmaktan geri durmadı. Öngörüleri ve fikirleriyle karamsarlığa kapılan büyük kitlelerin hem moral, motivasyon ve güç kaynağı haline geldi, hem de daima doğru yönü gösteren kutup yıldızı olarak parıldadı. Türk televizyonculuğunun en başarılı liderlerinden biri olarak yaptıkları ve elbette Türk basın tarihinin en çok okunan yazarı olmasının çok ötesinde bir anlam kazandı. Aydınlanma ve demokrasi mücadelesinin en önemli simgelerinden biri olan Yılmaz Özdil, yepyeni kitabıyla bir kez daha gündem yarattı. Erişilmesi güç satış rekorları kıran “M. Kemal” kitabından sonra, geçen hafta çıkan “Son Cüret” kitabı da olağanüstü ilgi gördü, ilk gününde liste başına oturdu, birinci haftasında 500 bin baskı sayısına ulaştı. “Milli Mücadele'yi hiç böyle okumamıştık” dedirten usta yazar, “Son Cüret”i ve daha fazlasını anlattı.
Bu kitabı yazmak için sizi harekete geçiren ne oldu?
2008 yılıydı. Bundan 12 yıl önce… Mustafa Kemal Atatürk'ü ve Milli Mücadele'yi övüyormuş gibi görünüp, aslında alttan alta topluma yanlış bilgi veren kitaplar türemeye başladı. Yanlış bilgiler veren kitaplar birbirine referans olarak gösterilmeye başlandı. Yaşadığımız gerçek tarih dışında bir alternatif tarih yazma çabası olduğunu gördüm. Daha sonra bu faaliyetler, özellikle 2014'ten itibaren Atatürk ilke ve devrimlerine, hatta Atatürk'ün kendisine karşı açıktan açığa saldırıya dönüştü. Bunları, alternatif tarih yazmaya çalışan aynı kişiler yapmaya çalıştı. Gençliğe Hitabe'den aldığım görevle harekete geçtim, gazeteci olarak elimden geleni yapmam gerektiğini düşündüm ve çalışmaya başladım.
“Son Cüret” nasıl bir kitap?
2018'de çıkan “M. Kemal” ile “Son Cüret” eş zamanlı yazdığım kitaplar. İkisi de tarih kitabı değil, akademik eser değil elbette. Gazeteci bakış açısıyla yazılmış kitaplar. “M. Kemal” kitabı monografiydi, “Son Cüret”i daha çok romansı bir dille yazmaya gayret ettim. Gerçek kişiler, gerçek olaylar, gerçek zamanlı olarak yazıldı. Gerçeklerin imbikten süzülmüş hali olarak düşünebiliriz.
Köşe yazılarınızdaki anlatım dilini kitabınızda da görüyoruz.
Şunu yapmaya çalıştım: Kurtuluş Savaşı'nda yaşananlar milyonlarca haberden ibaret. Tarihçi iddiasıyla yazmadım, haddimi bilerek gazeteci bakış açısıyla milyonlarca haberi bir makale haline getirmeyi düşündüm. Bir köşe yazısı biçiminde yazmaya çalıştım. O yüzden diyorum; 12 yılda yazdım, 12 saatte okursanız kendimi başarılı sayarım. İstedim ki, kardeşim, İzmir işgal edildiğinde boynuna taş bağlanarak Kordon'dan denize atılan Şürkrü Bey'i yüz yıl sonra birisi ansın. Daha niceleri var.
Çok dokunaklı insan hikayeleri var.
Tek tek isimlendirerek hepsini bir kitaba sığdırabilmemiz elbette mümkün değil. Toplumun Milli Mücadele döneminde asıl görmesi gerekenlere yönelik bir pencere açabilmek için yazıldı bu kitap. İstesem bu kitabı 1400 sayfa da yazabilirdim. Gençlerimizin merak etmesini, hadisenin aslını öğrenmek için gerekirse buradan yola çıkarak araştırmaya girişmesini teşvik etmek için yazıldı. İnsanların nasıl bir milli şuur ve gönüllülük duygusuyla göreve atıldıklarını ve nasıl bir zekayla organize olduklarını anlatmaya çalışan bir makale aslında bu.
1919 koşullarını okudukça tüylerim ürperiyor.
Tabloyu gözünüzün önüne getirin. Aynı anda, Trakya, İstanbul, Ege komple işgal altında, Adana, Antep, Maraş, Kars, Iğdır, Trabzon'da çatışmalar… Aynı anda, Düzce'den Konya'ya kadar iç isyanlar… Dağılmış bir ordu, yıkık bir devlet… Bir yanda emperyalizmin kuklası olmuş Saray, diğer yanda çareyi mandacılıkta arayanlar… Dile kolay geliyor ama hava durumu bile böyle kolay söylenemez. Memleketin yanmadığı yeri neredeyse yok. İşte böyle bir ortamda mucize gerçekleştiriliyor.
“Son Cüret” kitabının bize anlattıklarının en önemli yönlerinden birinin de Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki milletin olağanüstü mücadelesi olduğunu görüyoruz.
İnanılmaz bir Anadolu yüreği var. Ama Kuvayı Milliye'nin, Kurtuluş Savaşı'nın kökeninde olağanüstü bir zeka var. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, bitmiş bir imparatorluğun, olağanüstü savaş tecrübesine sahip, son derece eğitimli, donanımlı subayları. Aynı zamanda Şükrü Saraçoğlu gibi, Celal Bayar gibi, Latife Uşakizade gibi, Jön Türk geleneğinden gelen yurtsever aydın bir kitle var. Bu kitlenin ortak özelliği, tecrübe, eğitim ve zeka. Milli Mücadele bir kadro hareketi. Birbirinden bağımsız olarak aynı amaçlar için mücadeleye girişen gönüllüler topluluğu var. İşte burada Atatürk ve kadrosunun örgütleme zekası devreye giriyor. Ayrıca, telgrafı internet gibi kullanmaktan, Sovyetler'i ve mazlum milletleri yanına almaya, İtalya'yı çemberin dışında tutmaya, Fransa'yı saf dışı bırakmaya kadar zincirin halkalarını ilmek ilmek çözen bir diplomasi ve strateji zekası var. Orduyu yeniden kurma esnasında yurtsever subaylarla zeybekleri örgütleyerek zaman kazanmak, savaşırken lojistiği sağlayabilmek, hepsi müthiş bir zekaya dayanıyor. “Mucize” dediğimiz Kurtuluş Savaşı Zaferi, pırıl pırıl bir zekanın ürünüdür. Yoksa bunun sadece cesaretle olma ihtimali sıfırdı.
“Kitapta ortaya koyduğunuz olgular ışığında diyorsunuz ki; “Atatürk filmin sonunu adeta biliyordu. Dünyada bu davranış birimine sahip bir başka lider yok.”
İşte bu, salt bir özgüven değil, mükemmel bir zeka. Birkaç adım sonrasını değil, yüz yıl sonrasını bile görebilen bir zeka. Biz Mustafa Kemal Atatürk'ü Allah'a, geri kalan her şeyi ona borçluyuz, bunda şüphe yok. Ama Atatürk'ü tamamlayan, bu mucizeyi gerçekleştirmesini sağlayan devasa bir kadro var, yürekli ve fedakar bir kitle var. Milli Mücadele'nin dünyanın en önemli antiemperyalist savaşı olması bu insanların bağımsız ruha sahip olmasından kaynaklanıyor. Kendileri için hiçbir şey istemeyen olağanüstü yurtsever bir kitle.
Milli Mücadele'yi yazarken sizi en çok etkileyen ne oldu?
Sayısız insan ailesini, çoluğunu çocuğunu, işini bırakıp, hayatının geriye kalan her şeyini yakıp Kuvayı Milliye'ye katılmış, sıradan insanlar olarak görevini yapmış, gerekirse canını vermiş, sağ kalanlar Kurtuluş Savaşı bittiğinde kendi sıradan hayatlarına dönmüşler. Beni en çok etkileyen budur. Bunun örneklerini Denizli Müftüsü Hulusi Efendi'de, Kara Fatma'da, nicelerinde görüyoruz. Sadece İstiklal Madalyaları'nı saklamışlar. Örneğin, Topkapılı Cambaz Mehmet'e ödül vermişler, kabul etmemiş, milletvekilliği teklif etmişler, kabul etmemiş. Devletten hiçbir şey istememişler. Dünyadaki hiçbir milli mücadelede ve devrimde bu özellikleri görmedim. Bunun bir övgü mahiyetinde kullanılmasından bile mahcup olmuşlar. Ben Mustafa Kemal'in neden “Asil Türk Milleti” dediğini aslında bu manada görüyorum. Bu nitelemeyi anlamak isteyen, Kuvayı Milliye'deki sıradan insanlara bakmalı ve tanımalı.
Kurtuluş Savaşı'nın sadece emperyalistlere karşı verilmediğini, aynı zamanda zorlu bir iç savaş olduğunu da gözler önüne seriyorsunuz.
Osmanlı Devleti'nin çöküş ve yok olma sürecinde, devlet gitmiş, millet bitkin düşmüşken, hala akbaba gibi kendi menfaatini düşünen, İngiliz kuklası olsa da paşa olarak hayatını sürdürmek isteyen, İngiliz'in emrinde olsa da Saray'da oturmaya devam etmek, o debdebeli yaşamını sürdürmek isteyen çok önemli bir nüfus var. Bu nüfus öylesine körleşmiş ki, kendi standartlarını ve çıkarlarını korumak için kendi milletine savaş açar hale gelmiş. Aslında bugün de hala öyle.
Kitap şunu da düşündürtüyor: Ne çok hain var… Türkiye'nin bu utanç verici sorunu çözmesi nasıl mümkün olur?
Öncelikle bunları iki grupta tanımlayabiliriz: Bir tanesi, karakter olarak hain olanlar. Bunlar için yapılabilecek hiçbir şey yok. Bir tanesi de acizlik ve zavallılık yüzünden. Bunun temel sebebi de eğitimsizlik. Eğitimden kastım sadece diploma değil; milli şuur, vatana, millete aidiyet eğitimi. Bu çerçevede baktığında Cumhuriyet kurulduktan sonra köy enstitülerine karşı niçin savaş açıldığını, halk evlerinin kapatılması için neden özel çaba harcandığını anlıyorsun. Bugün de hala milli eğitim müfredatından Atatürk Devrimleri'nin çıkarılıp yerine din adı altındaki hurafeleri, Bedevi kültürünü monte etme çabasının temel sebebini anlıyorsun. Pozitif bilimden, laik yaşam biçiminden toplumu ne kadar uzaklaştırırsan, kullanabileceğin hain sayısı o kadar artıyor. Bunu bilinçli olarak yapıyorlar. Mesela bugün Türkiye'nin dört bir yanını saran tarikat yuvalarının temel görevi Türk toplumunu cahil ve kullanılabilir kılmak. Vatana ihanetle mücadele etmek istiyorsak mutlaka akıldan, çağdaşlıktan yana, laik ve bilimsel eğitim sistemini tüm gücümüzle var etmemiz gerekiyor.
YARIN: KURTULUŞ SAVAŞI'NIN BiLiNMEYENLERi