Ertürk, ‘ Yaycı, rütbesinin ve görevinin gerektirdiği gücün çok ötesinde bir güç kullanıyordu. Bu gücü de Erdoğan’dan alıyordu. Onun makamına randevusuz girebilen tek asker olduğu biliniyor. Bu gücü nedeniyle; bırakın astları ve emrinde görev yapanları, üstleri ve amirleri bile Yaycı’dan çekiniyorlardı.’ ifadelerini kullandı.
Esasında bu topa girmeyi düşünmüyordum. Çünkü bırakın iktidar kanadını, muhalif kanatta yer alan ama Amiral Yaycı hakkında çok olumlu düşünen insanları ve hatta bana çok yakın bazılarını bile söyleyeceklerim ve yazacaklarım üzecek ve hayal kırıklığı yaratacaktı. Gerçekler ne yazık ki sevimli değil! Ama sessizliğim gözden kaçmamış olacak ki; bana ulaşan çok sayıda insan bunun sebebini sordu, bu olayı benim değerlendirmemden duymak istediklerini ifade ve ısrar etti ve hatta eğer susarsam bunun Türkiye’ye karşı ihanet olacağının da altını çizdi.
Aman Allah’ım! Ne akla ziyan iddialar, ne kadar çok ayağı yere basmayan savlar, iyi niyetli olsa bile yanlış bilgi ve kabul üzerine inşa edilen komplo teorileri üretildi! Buna ilaveten az sayıda da olsa belli kişiler tarafından yapılan menfaat odaklı zorlama yorumlar okuduk. Yaycı’nın şık olmayan, onur kırıcı, devlet aklından uzak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gelenek ve göreneklerini bir defa daha tahrip eden bu görevden alınma sürecini tasvip etmek mümkün değil.
Bunun dışında bu süreci FETÖ’den MaviVatan’a, Libya’dan Swap anlaşmasına, AB’den ABD’ye, emperyalizmin direktifine boyun eğilmesinden Yunanistan’ın sevindirilmesine ve torpido teli ihalesine kadar bağlayan geniş yelpazede muhtelif iddialar var!
Yaycı’nın görevden alınmasının yalın tek bir nedeni var; o da Hulusi Akar’ın Yaycı’yı TSK içinde istemiyor, onu kendi otoritesine ve TSK’nın hiyerarşik sistemine karşı tehdit olarak görüyor olmasıdır. Geçen yıl, askeri bir şura özelliğini kaybetmiş ve siyasallaşmış olan Yüksek Askeri Şura’da (YAŞ) Yaycı terfi ettirilmeyerek hem ikaz edildi, hem de bir şans verildi; daha düşük bir profil sergilemesi, medyatik olmaması, medyayı bazı gazeteciler üzerinden manipüle etmemesi ve hiyerarşik düzenin dışına taşmaması için!
Esasında; AKP Genel Başkanı ikisini de seviyor ve tutuyor. İkisi de Erdoğan’ın adamı. Ama birisi ötekini istemiyor ve kendine yönelik tehdit olarak değerlendiriyor. Yaycı da geçen YAŞ’tan bu yana istenen düzelmeyi göstermeyince, bardağı taşıran son damla ile birlikte Erdoğan tarafından Akar’ın talebine istinaden görevden alındı. Yaycı medyayı kullanarak ve manipüle ederek kamuoyu baskısı ile durumsal üstünlük sağlayıp tekrar görevine iadeyi sağlamaya çalıştıysa da başaramadı. İki ay sonra emekli edileceğini anlayınca, çareyi istifa etmekte buldu.
Erdoğan, tuttuğu iki isim arasından Akar’ı tercih etti ve diğerinden şimdilik vazgeçti. Çünkü Hulusi Akar daha vazgeçilmezdi. Akar’ı vazgeçilmez kılan ise 15 Temmuz Darbe Girişimi öncesi, sırası ve sonrasında yaptıkları ve yapmadıklarıydı. O dönemin gri bir dönem olduğunu, aydınlatılmasının kasti olarak iktidar tarafından engellendiğini çok net olarak biliyoruz.
Yaycı akıllı, sosyal ağı ve irtibatları geniş olan, iyi öğretim almış, kendini yetiştirmiş ama ele avuca sığmayan, ihtirasları gem vurulacak gibi olmayan ve öfkesini kontrol etmekte çok ciddi sorunlar yaşayan birisi. Geçmişte öfke kontrolü yüzünden başı çok ciddi biçimde ağrımış, yasal olarak belaya da girmiş ama büyükleri “Akıllı çocuktur, düzelir” değerlendirmesiyle kendisini kollamışlar ve korumuşlar.
Yaycı, rütbesinin ve görevinin gerektirdiği gücün çok ötesinde bir güç kullanıyordu. Bu gücü de Erdoğan’dan alıyordu. Onun makamına randevusuz girebilen tek asker olduğu biliniyor. Bu gücü nedeniyle; bırakın astları ve emrinde görev yapanları, üstleri ve amirleri bile Yaycı’dan çekiniyorlardı.
Yaycı’nın böyle bir yüksek profil çizmesinden, medyayı da yönlendirerek komutanlarını gölgede bırakmasından, özellikle Türk Deniz Kuvvetleri’nde ne yapılmışsa ve yapılıyorsa Yaycı yapmıştır algısının yaratılmasından Hulusi Akar başta olmak üzere tüm komutanları memnuniyetsizdi.
Şimdi gelelim FETÖ, Mavi Vatan ve Libya konularına. Bir an için Yaycı gidince FETÖ ile mücadelenin duracağını kabul edelim. Yaycı, FETÖ ile mücadelenin sadece Deniz Kuvvetleri’ndeki bacağını temsil ediyor. Deniz Kuvvetleri’nin personel sayısı ise tüm askeri, polisi, jandarması, yargısı ve diğer bakanlıkları da hesaba katarsanız yüzde 1 bile değil. Ayrıca; Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özbal ve Donanma Komutanı Koramiral Ercüment Tatlıoğlu FETÖ’cü mü? Yaycı’nın yerine Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı’na bakacak olan ve FETÖ’nün kumpasları ile acı çekmiş ve hapse atılmış olan Tümamiral Yankı Bağcıoğlu FETÖ ile mücadeleyi durdurup, yardım mı edecek? Göreceksiniz; bugüne kadar FETÖ ile mücadelede ne yapıldıysa, bundan sonra da aynen devam edecek.
FETÖ’nün Yaycı’ya sıra dışı bir düşmanlık yaptığı ve ölümle tehdit ettiği doğru. Ama bunun en büyük nedeni FETÖ’nün Yaycı’yı ihanetçi olarak görmesidir. En azından, bir dönem flört edilmiş gibi. 2014’de yayınlanan “Deniz Kuvvetleri’nde FETÖ şeması” başlıklı haberde 60 isim yer alıyor ve bunlardan birisi de “C.Y.” kısaltması ile Yaycı’nın olduğu iddiası. O isimlerden 59’u 15 Temmuz sonrası ya tutuklanmış ya da kaçmış.
Yaycı’nın kız kardeşinin eşi; 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne aktif ve önde gelen isimlerden olarak katılan Sahil Güvenlik eski Komutanı Hakan Üstem. Tabii ki bu akrabalık Yaycı’nın FETÖ’cü olduğunu göstermez. Yaycı’nın 15 Temmuz’da Marmaris’te Erdoğan ile aynı otelde olduğu ve gece 23:30’da otelden ayrılış yaptığı tesadüfü de var. Yaycı aynı zamanda FETÖ’cülerin tespiti açısından başarılı bir çalışma olan FETÖMERE’nin de mucidi. FETÖ’cülerle hem meslekte iken hem de istifa ettikten sonra mücadele etmeme rağmen; FETÖMETRE çalışmasını ben bu kadar başarılı hazırlayamazdım.
Yaycı; aynı zamanda bazı çevreler tarafından maksatlı olarak Mavi Vatan konseptinin, kavramının, doktrininin mucidi ve kahramanı olarak da gösteriliyor. Bu doğru değil! “Mavi Vatan” ismi; yeni olmasına ve halkın gündemine girişi de son zamanlara denk gelmesine rağmen kavram olarak çok eski. Deniz Kuvvetleri’nin asıl ve birincil görevi; Türkiye Cumhuriyeti’nin denizlerdeki hak ve menfaatlerinin korunmasıdır. Bu; Mavi Vatan demektir. Bunun içinde Kara Suları, Bitişik Bölge, Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge gibi hukuki kavramlar ve farklı egemenlik haklarına sahip alanlar var. Bunun halk tarafından kolayca anlaşılması için Mavi Vatan adlandırılması yapıldı. Yoksa; uluslararası hukukta böyle bir adlandırma yok! 1979’da Deniz Harp Okulu’ndan mezun olurken, mezuniyet tezim “Kıta Sahanlığı” idi. Yani; Mavi Vatan!
“Yaycı giderse Mavi Vatan öksüz kalır, en güçlü savunucusunu kaybeder” yaklaşımı; hem geçmişimize saygısızlık ve vefasızlık, hem de Türk Deniz Kuvvetleri kurumsal kimliğini yok saymak, küçümsemek ve geride kalan komutanları aşağılamaktır.
Geçmişte, şimdiyle kıyaslanmayacak derecede güçlü, daha dirençli ve daha bilinçli şekilde Mavi Vatan mücadeleleri verilmiştir. 1976’da araştırma gemimiz Hora’yı çatışmayı göze alarak savaş gemilerimizin korumasında Ege’ye göndermemiz, 8 Haziran 1995’te Yunanistan’ın 31 Mayıs 1995’te aldığı “Karasularını 6 milden 12 mile çıkarma” kararını uygulaması durumunda bunu “Savaş nedeni” (Casus Belli) sayacağımızı ilan etmemiz ve 1996’da Kardak Adasına çıkmamız; geçmişte Mavi Vatan konusunda gösterilen hassasiyetlerden ve hamlelerden sadece bazılarıydı. Ama o zamanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi ve kurucusu Atatürk ile kavgalı olmayan ve günümüzle kıyaslanamayacak derecede yerli ve milli olan siyasi iktidarlar, komuta yapısı tahrip edilmemiş Genelkurmay ve “Monşerler” mobingi ile büyük ölçüde tasfiyeye uğramamış ve nitelikli diplomatlarını kaybetmemiş güçlü bir Dışişleri Bakanlığımız vardı.
Yaycı’nın başarı hanesine yazılanlardan bir diğeri de Libya ile yapılan Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırma mutabakat muhtırası. Bu girişim prensipte doğruydu ama geç kalınmıştı, eksikti ve iç savaşı Libya’nın coğrafi olarak sadece yüzde 6’sını kontrol eden Trablus yönetiminin kazanacağı varsayımı üzerine kurulmuş ve kumar oynanmıştı. Geç kalınmıştı; çünkü iktidar 2002’den beri Mavi Vatan konusunda parmağını bile oynatmamıştı. Eksikti; çünkü MEB ilan edilmeden yapılan sınırlandırma anlaşmasının hukuki durumu şüpheliydi. Ayrıca; sadece bir ülkenin bir parçası ile anlaşma yapmak yetmiyordu. Libya ile yapılan MEB mutabakat muhtırası; iktidar açısından Libya iç savaşına İhvan lehine müdahil olabilmek ve Türkiye’de halkı kandırmak için bir bahaneydi.
Libya’da Türkiye olarak yapmamız gereken; iç savaşa müdahil olmamak, tarafsız kalarak arabulucu olmaktı. Türkiye’nin çıkarları ve güvenliği bunu gerektiriyordu. Askerler ve Dışişleri Bakanlığı, koordineli olarak iktidara bunu önermeliydiler, iktidarın İhvan’ı desteklemek için aradığı bahaneyi değil. “Trablus yönetimi Birleşmiş Milletler (BM) tarafından tanınıyor, bu yüzden destekledik” bahanesi de inandırıcı değildir. O zaman soruyoruz; “Niçin BM tarafından tanınan Suriye yönetimini niye desteklemediniz de Suriye’nin terörist olarak gördüklerini desteklediniz?”
Ayrıca; niçin BM tarafından tanınan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni değil de BM tarafından tanınmayan KKTC’yi destekliyoruz? Çünkü ülkemizin ve Kıbrıs Türkünün çıkarları bunu gerektiriyor, değil mi? Demek ki “BM tanıyor” savı bir bahane! Asıl olan; ülkemizin çıkarları ve güvenliği olmalı, iktidarın çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisi ve bu kapsamda İhvan’ı desteklemek değil!
Yaycı, bir bölümü ile kendi yarattığı durumun, bir bölümüyle de çeşitli maksatlarla destekleyenlerin esiri oldu. Erdoğan açısından kendini vazgeçilmez gördü, medya ile yönlendirerek, kamuoyu desteği ile baskı yaparak hedefine ulaşacağını sandı, hatta Soylu gibi istifasının da kabul edilmeyeceğini değerlendirdi. Ama büyük resmi göremedi. Akar’ın daha vazgeçilmez olduğunu biraz da kendini gaza getirenler yüzünden kıymetlendiremedi.
Yaycı bundan sonra süreci iyi yönetir ve sessiz kalırsa, Erdoğan kendisine görev verir. Bu başdanışmanlık da olabilir, büyükelçilik de! Son dönemde dışarıdan atanan büyükelçilere bakınca, hepsine uzak ara 10 kafa çeker.
Mehmet Metiner tweet mesajında “Cihat Yaycı’nın istifa haberi doğrudur. Kendisi ile konuştum. Dediği şudur; İstifam asla Cumhurbaşkanına tepki değildir. Ona olan sadakatim ömrüm boyunca devam edecektir. Bana asılsız iddialarla kumpas kuranların gerçek yüzleri ortaya çıkacaktır” demiş.
Kişilere sadakat; monarşilerde yani tek adam yönetimlerinde olur. Demokratik rejimlerde sadakat ülkeye, ulusal ve evrensel değerlere olur. Cumhurbaşkanına, başbakana, komutana ve amire bağlılık olur. Ama bu bağlılık şartlıdır. Anayasaya, yasalara, ulusal ve etik değerlere bağlılığını kaybeden kişiye bağlılık duyulmaz ve bağlar koparılır.
Ramazan Bayramınızı kutlar, geçmişten gelen kırgınlık, ayrılık ve dargınlıklarımızın yerini ülkemizi ve milletimizi aydınlık yarınlara taşıyacak en büyük güce; barışa, birlik ve beraberliğe bırakmasını dilerim.