Çiçek Abbas, Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor, Talihli Amele, Sarı Mercedes… Birbirinden kıymetli Yeşilçam filmlerinin unutulmaz ismi İlyas Salman; solcu, demokrat bir aktör. Salman ile sinema konuşmak için usta oyuncunun evinde bir araya geldik
■Şu an üstünde çalıştığınız bir iş var mı?
“Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer…” isimli iki kişilik bir
gösteri hazırlıyorum. İllüzyonist Sermet Ekin ile beraber çalışıyoruz.
Aralara şiirler ve türküler koyarak özyaşam hikâyemi anlatıyorum. Diğer
adı da, “Paketinden Kurtardığım Çocuk.” Kabuğu kırılmış bir insan olarak
anlatıyorum. Ben kocaman bir çocuğum. Daha yeni doğdum. Her gün bir
sözcük öğrenirsen kendini yeniden doğmuş gibi hissedersin. Öğrenme
mecrasını hiçbir zaman kapatmadım ben.
Ansiklopedik kültür değil
benim birikimim. Hem yaşamsal hem de kitabi bir birikim benimki. Mesela
ben cep telefonlarına, “Danalar koşarken neden kuyruklarını kaldırır?”
diye sormuyorum. Bir köye gidip danaları seyrediyorum yanıt bulmak için.
Anlıyorum ki ağızlarından giren hava, kıçlarından çıksın da süratleri
kesilmesin diye kuyruklarını kaldırıyorlar. Diyeceğim şu, bilgisayar
kültürünün dışında ve uzağında yaşıyorum. Yaşamımı günümüz getirdikleri
ile dünün birliktelikleriyle toplayıp harmanlıyorum ve halkın huzuruna
sunuyorum.
■Sinemada da üretime devam ediyorsunuz, değil mi?
2006 yılında Sis ve Gece’yi çektim. Bu filmle 2007 Ankara Uluslararası
Film Festivali, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldım. 2012
yılında ise Lal Gece filmini çektim. 2014 yılında da Mısır Adası filmini
çektim ve ondan da ödülle döndüm. Ben de şimdi ödüllerimle övünüyorum.
34 yılda bir film rastgelirse yapıyorum. Senaryolarda seçici
davranıyorum. Yeşilçam yıllarında o kadar seçici değildim. Ama yaptığım
filmlerin en komiğinde bile toplumsal bir soruna değiniyordum.
Devletsizlik, ordusuzluk, rüşvet, emek hırsızlığı gibi konuları ele aldı
Yeşilçam. Kara mizah denilen şey. Ben buna acıklı güldürü diyorum.
Kemal’in (Kemal Sunal) olsun, Şener Şen’in olsun, Adile Naşit’in, Ayşen
Gruda’nın, bizim kuşağın sanatçılarının hepsi acıklı güldürüye
yönelmişlerdir.
Biz toplumcuyduk
■Günümüz güldürüsü ile Yeşilçam güldürüsünü mukayese ediyor musunuz hiç?
Yeşilçam, “Ben Japonca biliyorum; ‘orama koma burama ko’” demedi hiç.
Gaz çıkararak komiklik yaptığını hiç zannetmedi. Surat, ağız, göz
komedisi değil durum komedisi yaptık biz. Kesinlikle daha toplumcuydu.
■Günümüz sinemasını toplumcu bulabilmek mümkün mü?
Mümkün değil. Asla! Bundan daha bireyci bir sinema olamaz. İyi örnekler
var ama elbette. Fatih Akın gibi, Nuri Bilge Ceylan gibi isimler iyi
işler yapıyor. Vizörden bakmasını bilen, hayatı gözlemleyip onu sinemaya
aktarmaya çalışan yönetmenler var. Ama onlar da on parmağı geçmiyor.
‘Aktör?’ desen, günümüzdekiler ‘faktör’ bile değil. Moskova Film
Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldım. Ödül töreni sonrasında
bir söyleşi yapıldı. İngilizce sordular. Bende yabancı dil yok.
Konservatuvarda İngilizce dersimize Vali’nin eşi geliyordu. O da sağ
olsun çay partisi veriyordu. “My name is İlyas Salman” ile kalakaldım.
Her neyse, bir kişi sordu, “Sizce iyi aktörlük ne demektir?” diye. Dedim
ki, “Yeteneği inkâr etmem ama yetenek çeyrektir. Eğitim de çeyrektir.
Çağdaş aileler çocuklarını doğduktan sonra havuza atarlar. Kulaç atarak
yüzmeyi kendi kendine öğrensin diye. Can havliyle... Oyunculuğun yarısı
da sokakta kendi kendine kulaç atmaktan geçer. Halkın arasında. Ben
böyle bakıyorum. Günümüz sanatçıları hayatı gözlemlemiyorlar.
Gözlemleseler asgari ücretin ne olduğunun farkına varırlar. Türkiye’deki
milyonlarca işsizi filmlerinde işlerler. Ama n’apıyorlar? Hayatla
bağlantısı olmayan bir hikâye seçiyorlar. Bunu da düştü kalktı
komedisine çeviriyorlar. Oysaki Ertem Eğilmez, “Sinema yan yana gelmiş
fotoğraflarla hayatı anlatma sanatıdır” der. Bugünkü sinemada hayatla
bağlantısı olmayan hikâyeler seyrediyoruz. Recep İvedik bu ülkede yaşadı
mı? Bu topraklardan mı beslendi? Hayır. Amerikan bağımlı sinemasının
Türkiye’deki şubesi. Ama Çöpçüler Kralı öyle değil.
■Sanat
üreticilerinin, sanatın alıcısının olmamasını, “Kitaplarımız okunmuyor,
filmlerimiz seyredilmiyor” gibi şikâyetleri de sıklıkla duyuyoruz ama…
Türkiye’de yazarlar kitap okumuyor ki. Sevgili dostum, okumayan
yazarlarla dolu bir ülkeyiz biz. “Okuman lazım evlat. Evirip çevirmeyi,
göze girmeyi, falan filan bırakıp okuman…” diyor Nâzım. Ortaokul
yıllarımı düşünüyorum. Malatya’da evden çıkardım, gecekondu mahallesinde
oturuyorduk, kerpiçten bir evde. Gidene kadar hep önüme bakardım.
Mahallenin kızları derlermiş ki, “Çok çirkin olduğu için yere bakıyor,
kimsenin yüzüne bakamıyor.” Halbuki ben yerde okuyacak kağıt parçaları
arıyordum. Ben Mein Kampf’ı da Komünist Manifestoyu da, İncil’i de
Kuran’ı da okudum. Peyami Safa’yı da Şevket Süreyya Aydemir’i de okudum…
Okumak lazım her şeyden önce.
Babamdan para çalıp konservatuvar sınavına girdim
■Gençlik yıllarınızda sizi şöhret olmak gibi bir heyecan sarar mıydı?
Benim şöhret isteğim ilkokul 5. sınıfta kabardı. Malatya’da ABD’nin
verdiği barakalarda okuyoruz. 50’lilerin ortaları. Marshall Yardımı
kapsamında süt tozu ve kokmuş peynir alıyoruz. Hasan Doğan diye bir
öğretmenimiz vardı. Bir piyes yazmıştı. Adı Öksüz Mehmet. Bütün yan
rolleri bulmuş ama Öksüz Mehmet’i bulamamış. En son bizim sınıfa geldi.
Ben de sınıfın en geveze adamıydım. Öğretmen beni cezalandırmak için en
arka sıraya oturdu. Sınıfın da en kısasıyım. Hasan Doğan geldi, beni
göremedi. Ayağa kaldırdı herkesi. Mucize olacak değil ya, yine göremedi.
“Sırayla yanımdan geçin” dedi, sondan dördüncü sıradayım. Beni gördü ve
“Bir dakika dur” dedi. Baktı, kara kuru, çelimsiz ve çirkin bir çocuk.
“Tamam, malı buldum” dedi. Öksüz Mehmet’i bana oynattı. Okullarda, köy
meydanlarında, Halk Eğitim’de oynadık. Gözyaşını gördüm, kahkahayı,
alkışı gördüm. Şöhretin ilk nüvesini orada tattım ben. “Bu işin
üniversitesi varsa, gidip okuyacağım” dedim. Öğretmen okulunu
kazanmıştım. İlk ve son sahtekarlığımdı; kağıdın üzerinde tahrifat
yaptım, "Kazanamadım" dedim. Hamallık yapan babamın cebinden para çalıp,
Ankara’ya konservatuvar sınavına geldim. Nâzım’ın Bir Küvet Hikâyesi
isimli oyununu oynadım. Okulu ve leyli meccaniyi kazandım. Aydın Erol’la
da o zaman tanıştık. Son sınıfta komünizm propagandasından da atıldım.
Sonra İstanbul’a geldim ve sinematiyatro, o gün bugündür devam.
■Şöhretim biter diye korktunuz mu?
Ayrık otu gibi bir adamım. İnatçıyım. Sinema kabuk değiştirecek ve
işsiz kalacağım diye düşünmedim. Zaten bizim kuşağın şöhreti bitmiyor.
Hayatla akraba olduğu için yaptığımız sanat, halkla ve hayatla kan
bağımızı koparamıyorlar. 70’lerde nasıl şöhretsem, şimdi de öyle
şöhretim.
■Başka bir konu… Semih Kaplanoğlu, Saray’da Erdoğan için özel bir gala yaptı. Bir sanatçı için bu nasıl mümkün olabiliyor?
Mantığıma sığmıyor ama mantıya belki sığar. Bunlar sarayın dalkavuğu,
halkın soytarısı değiller. Sarayın dalkavuğu olacağıma, halkın soytarısı
olmayı bin kere yeğlerim. Bunlar çok paraları olsun istiyorlar. Boğaz
kıyısında villaları olsun istiyorlar. Öldükten sonra Boğaz kıyısında bir
villada yaşamışsın ya da benim gibi Bostancı’da bir apartman dairesinde
yaşamışsın çok önemli değil. İnsan uyuduktan sonra duvarları göremiyor.
Nerede yattığın değil; kiminle yattığın önemli.
Siyaset, sınıf çelişkisinden beslenir
■Sanatın düzen siyasetiyle kurabildiği bir ilişki bu…
Ben Tayyip Erdoğan’ın yaptığına siyaset demiyorum. Benim yaptığım
siyaset önemli. Siyaset sınıflar üstü bir olay değildir. Siyaset
sınıfsal çelişmelerden beslenir. Saray’ın politikası sınıfsal
çelişmelerden beslenmiyor. Dinsel ve cinsel çelişmelerden besleniyor.
■Hâlâ tiyatrolar yasaklanıyor bu ülkede. Sansüre ne demeli?
Korku! Korkuyorlar, sanatın gücünden korkuyorlar. Korku, eksikliği olan
insanlarda daha fazla vardır. Şu an muktedir korku içerisinde, iktidarı
kaybedeceğiz diye. Çünkü para muslukları kesilecek. Onun için de gerçek
hayatı gösteren, o hayatın izlenimi uyandırabilen sanat eserleri bile
sansüre maruz bırakılıyor.
■Buna karşı ne yapmalı?
Örgütlenmeli. Referandum beni çok umutlandırıyor. Zaten umudumu hiç
kesmedim bu ülkeden ben. Umudumu kessem intihar ederim. Ömür, umuttan
önce bitmeli. Referandum sonuçları ülkenin kazanımıdır. 2019’da AKP
gidici.
■Bu ülkeden kaçıp gitsek mi diyen, bıkmış bir gençliğiz biz. Bize ne diyorsunuz?
Zerre kadar akraba olmadığın bir kültürde kendini düşünsene. Nâzım’ın
son şiirini biliyorsunuz. Evinin önünde, ölümünden 23 hafta önce şöyle
yazmış: “Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı memleketimin şarkıları ve
tütünü gibi.” Memleketimin tütününden içmeden Paris’te bir sarayda
uyumak, bana değil, Humeyni’ye yakışır. Bir muhalif sanatçıya yakışmaz.
Onurla insana yakışan ülkede kalıp mücadele etmektir. Benim mezarım bu
ülkede olacak. Kovsalar da gitmem.
“Türkiye’nin en yakışıklı adamı benim”
■Unutamadığınız aşklarınız var mı?
Gülser’im var, aşkım. İlkokulda da Aysel vardı. Ortaokulda Seçil Akbal
diye bir kıza âşık oldum. Onların yüzüne “seni seviyorum” diye
söyleyemedim. Çünkü klasik bakışa göre ben yakışıklı bir adam değilim.
Yoksa ben hep iddia ediyorum Türkiye’nin en yakışıklı erkeği benim. Lise
bitiyordu Gülser’e âşık oldum. Evlendik ve 46 yıldır da evliyiz. Türk
sineması için bu bir rekordur.
■Yılmaz Güney’le de bir anınız var değil mi?
Evet bana Yol için bir rol teklif etmişti. Erden Kıral yönetecekti
filmi önce. Güney’in aracılığıyla rolü teklif etti Kıral bana. Senaryoyu
okumak istedim. “Yılmaz Güney yazdı, ne senaryo okuması?” dedi bana.
“Allah yazsa n’olur? Senaryoyu okumadan olmaz” dedim. Bu laf Yılmaz
Güney’e gitmiş. “Kişilikli davranmış, helal olsun” demiş benim için.
Onun için oynamadım. Yol filmine de bakma sen, Fransızların bir
şamarıdır. Umut filmi daha iyidir.
***
‘Aydın Erol, Munzur gibiydi; verimkâr’
■Yeni çıkan ve balet Aydın Erol’u anlatan kitapta onunla ilgili anılarınızı paylaşıyorsunuz. Nasıl biriydi?
Munzur’u bilir misin? Aydın Erol öyle verimkâr birisiydi. Kayaların,
cebellerin, ağaçların arasından arı duru ve deli gibi akan ama boğmayan,
besleyen, besleten biriydi Aydın. Günümüze kadar getirsek Aydın’ı,
kişilik değiştirebileceğine inanmam. Yaşasa en militanımız o olurdu.
Biz yatılı öğrencilere akşam 9’dan sonra dışarı çıkmak yasaktı. Kapıda
Komünist Sadık diye bir abimiz vardı. Biz ilerici, devrimci öğrencileri
akşam 9’dan sonra mutfak kapısından dışarı bırakırdı. Biz de devletin
verdiği parayla gider bira içerdik. Biz çıkmadan Aydın, Komünist
Sadık’la anlaşır, saat 8’de çıkar, bildiri dağıtır ve geri dönerdi.
Sonra da bizimle çıkardı. Onun kişiliğinin bileğini kimse bükemezdi.
Kavga çıkarmazdı ama kavgadan da kaçmazdı.
https://www.birgun.net/haberdetay/ilyassalmansarayindalkavuguolacagimahalkinsoytarisiolmayiyeglerim205755.html